16 Mart 2010 Salı

Giriş


İlk ortaya atıldığı günden bu yana bazı çevrelerce ideolojik bir zorunluluk olarak ilgi gören evrim teorisi, günümüzde de aynı zorunluluk sebebiyle yoğun bir propaganda ile savunulmaktadır. Kimi bilimsel yayınlarda, okullarda ve bazı medya organlarında canlılığın kökeni konusunda ispatlanmış bir gerçek gibi sunulmaktadır. Evrim teorisi bilim adamlarının bir kısmı tarafından da büyük bir bağlılıkla savunulduğu için, insanların birçoğu bu teoriyi bilimsel açıdan geçerli zannetmektedirler.

Oysa evrim teorisi, 150 yıldır paleontoloji, genetik, mikrobiyoloji, biyokimya, biyofizik gibi bilim dalları tarafından çürütülmüştür! Bu bilim dalları tarafından ortaya konan sayısız bulgu evrimin hiçbir zaman gerçekleşmediğini çok açık ve kesin olarak göstermektedir.

Bu yazıyı okuyan birçok insanın aklına doğal olarak şöyle bir düşünce gelebilir: "Evrim teorisini savunanlar bilim adamlarıdır. Evrim teorisinin geçersiz olduğunu ispatlayan delilleri bulanlar da yine bilim adamlarıdır. Bu durumda bilim adamları herhalde iki gruba bölünmüştür; bir kısmı evrimi savunurken, diğerleri evrimi çürüten delilleri bulmuşlardır."
Oysa bu düşünce tam olarak doğruyu ifade etmemektedir. Çünkü evrim teorisini savunanlar, evrimin gerçekleştiğine dair hiçbir delil bulamazlarken, bizzat kendileri evrim teorisini çürüten delilleri yine kendi elleriyle bulmaktadırlar.
Kuşkusuz bu son derece çelişkili ve samimiyetsiz bir durumdur. Bu insanların, hem ellerindeki teoriyi çürütecek delilleri bulurken, hem de o teoriyi ısrarla savunmaya çalışmaları son derece anlamsızdır. Ancak gerçek işte tam da böyledir.
Nitekim evrim teorisi ortaya atıldığı günden bu yana, evrime arka çıkan hiçbir bilim adamı, onu elindeki bilimsel delillerden dolayı savunmamıştır. Peki o zaman evrimcilerin amacı ve bu anlamsız tavırlarının sebebi nedir?
Bu sorunun cevabını kendisi de evrimci olan İngiliz zoolog D. M. S. Watson şöyle vermektedir:
Evrim teorisinin yaygın kabul gören bir teori olmasının nedeni bu teoriyi ispatlayacak yeterli delilin var olması değil, ancak diğer alternatifin, yani doğaüstü yaratılışın tümüyle kabul edilemez olmasıdır.
İşte Watson'ın ifade ettiği bu fikir, evrim teorisini savunan bilim adamlarının ortak görüşüdür. Yani söz konusu kişiler de aslında evrim teorisini kanıtlayan bir delil bulunmadığının farkındadırlar. Ancak evrim teorisini terk etmeleri durumunda, bir Yaratıcının varlığını kabul etmek zorunda kalacaklardır. Böyle bir kabul ise, ilerleyen satırlarda değineceğimiz materyalist ideolojiyi savunanlar için kabul edilemez bir durumdur.

Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bu gerçeği bilmezler. Onlar evrimi savunan bilim adamlarının son derece bilimsel metotlarla çalışan, sadece deney ve gözlemlere dayanan kimseler olduklarını zannederler. Bu nedenle bilimle ilgili olarak her dediklerine hiçbir araştırma yapma gereği duymadan inanırlar. Ve büyük bir yanılgı içine düşerler.
Çünkü evrimciler, biraz önce kendi itiraflarından da gördüğümüz gibi, bilime rağmen bu teorinin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Onların bir ideolojileri vardır ve evrim teorisi bu ideolojilerinin bilimsel dayanağıdır. Bu ideoloji, materyalizmdir.


Materyalist felsefenin özelliği maddeyi mutlak saymasıdır. Bu tanıma göre madde sonsuzdan beri vardır ve var olan herşey de maddeden ibarettir. Bu tanım elbette bir Yaratıcıya inanmayı da imkansız kılar. Bu mantık gereği, materyalizm tarihin en eski çağlarından beri Allah inancına ve hak dinlere karşı olmuştur.

Materyalizm biraz incelendiğinde ise, hiçbir bilimsel delili bulunmayan, gerçeğe uygun olmayan bir felsefe olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bir felsefenin doğruluğunu ya da yanlışlığını test etmenin yöntemi, o felsefenin bilimi ilgilendiren iddialarını bilimsel yöntemlerle araştırmaktır. Materyalizmin iddiasını da bilimsel yöntemle sorgulayabiliriz. Maddenin sonsuzdan beri var olup olmadığını, maddenin madde-üstü bir Yaratıcı olmadan kendisini düzenleyip düzenlemeyeceğini ve canlılığı ortaya çıkarıp çıkaramayacağını araştırabiliriz. Bunu yaptığımızda görürüz ki, materyalizm aslında çökmüştür. Çünkü maddenin sonsuzdan beri var olduğu düşüncesi, evrenin yoktan var olduğunu kanıtlayan Big Bang (Büyük Patlama) teorisi ile yıkılmıştır. Maddenin kendisini düzenlediği ve canlılığı ortaya çıkardığı iddiası ise, adına "evrim teorisi" dediğimiz iddiadır ve 20. yüzyılın bilimsel bulguları ile evrim teorisinin geçersizliği de açıkça ortaya çıkmıştır.
Ancak günümüz materyalistleri bu şekilde akılcı ve bilimsel bir yöntem izlemezler. Onlar her ne pahasına olursa olsun materyalist inançlarını bırakmamaya şartlanmışlardır. Bu kişiler "önce materyalist, sonra bilim adamı"dırlar. Evrimin bilim tarafından yalanlandığını gördükleri, hatta kendileri bunu deneyleriyle, araştırmalarıyla ispatladıkları halde bu inançlarından vazgeçmezler. Aksine, evrimi ne olursa olsun bir şekilde desteklemeye çalışarak materyalizmi kurtarmaya, ayakta tutmaya çalışırlar.

Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme olan bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz."
Lewontin'in kullandığı "a priori" terimi oldukça önemlidir. Bu felsefi terim, hiçbir deneysel bilgiye dayanmayan bir ön varsayımı ifade eder. Bir düşüncenin doğruluğuna dair bir bilgi yok iken, onu doğru varsayar ve kabul ederseniz, bu "a priori" düşüncedir. Ve evrimciler bilimi bu ön kabullerine uydurmaya çalışırlar. Materyalizm bir Yaratıcının varlığını kesin olarak reddetmeyi zorunlu kıldığından, ellerindeki tek alternatif olan evrim teorisine sarılmaktadırlar.

İşte dünya çapındaki evrimci propagandanın temelinde bu materyalist dogma yatar. Batı'nın önde gelen medya organlarında, ünlü bilim dergilerinde sürekli karşılaştığımız evrim propagandası, bu tür ideolojik ve felsefi zorunlulukların bir sonucudur. Evrim teorisi ideolojik açıdan vazgeçilemez bulunduğu için bilimin standartlarını belirleyen materyalist çevreler tarafından tartışılmaz bir tabu haline getirilmiştir.

Bu sitenin konusu ise, materyalist ideolojileri uğruna evrim teorisinin savunuculuğunu yapan bilim adamlarının evrim teorisi ile ilgili itiraflarıdır. Bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi, evrim teorisinin geçersizliğinin delillerini bulanlar yine evrim teorisini savunan bilim adamlarının kendileridir. Ve bu bilim adamları, çoğu kez, kendi dallarında yaptıkları araştırmalar sonucu yeryüzünde evrimsel bir sürecin asla gerçekleşmiş olamayacağını, evrim teorisinin ispatlanamadığını, bu teorinin aslında ideolojik nedenlerle savunulduğunu, gerçekte tüm evrenin ve canlılığın üstün akıl sahibi bir Yaratıcının eseri olması gerektiğini itiraf etmişlerdir.

Evrimcilerin itiraflarına, evrimle ilgili hemen her kitap ve araştırmada veya konuşmada rastlayabilirsiniz. Bu itirafların iki sebebi vardır.Birincisi; bir insan çok açık olan bir gerçeği, var gücüyle saklamaya çalıştığında, hatta bu uğurda yalan söyleyip türlü sahtekarlıklar yaptığında, mutlaka birçok açık verecektir. Her konuşmasında tutarsızlıklar, üstü kapalı veya açık itiraflar, çıkmazda olduğunu gösteren ifadeler bulunacaktır. İşte her evrimcinin, ki bu evrimcilerin başında teorinin sahibi Charles Darwin gelmektedir, her kitabında veya araştırmasında bolca itirafta bulunmasının nedenlerinden biri budur.

Bir diğer neden ise yaratılış gerçeğinin ve üstün bir Yaratıcının varlığının çok açık ve kesin olmasıdır. Bir insan istediği kadar bu gerçekten kaçmaya çalışsın, eğer biraz bile düşünme yeteneği varsa, herşeyin yaratıcısı olan Allah'ın varlığını her yerde ve her an görebilecektir. Kaldı ki bu kişiler bilim adamlarıdır ve bilim adamları belki de dünyada Allah'ın yaratmasındaki deliller ile en yakın ilişki içinde bulunan insanlardır. Örneğin her gün laboratuvarlarda hücrenin yapısını inceleyen, hücredeki kusursuz özellikleri, olağanüstü planı, her insanı hayrete düşüren ve kendine hayran bıraktıran üstün aklı gören bir insan elbette ki Allah'ın yaratışındaki mucizeler karşısında hislerini dile getirmekten kendini alamayacak, kısa süreli de olsa vicdanı ve aklı ile hareket edecektir.

Bunun örneklerinden biri DNA'yı keşfeden Francis Crick'tir. Crick, DNA'da keşfettiği olağanüstü derecedeki kompleks yapı karşısında, yaşamın kökeninin tesadüfle açıklanamayacak bir mucize olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Crick, koyu bir evrimci olmasına rağmen, DNA'nın mucizevi yapısına şahit olduktan sonra yazdığı eserinde açıkça ortada olan bir gerçeği şöyle ifade etmiştir:
Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır."
81 yaşına kadar ateist olan ancak bu yanılgısını terk ederek gerçeği gören felsefeci Anthony Flew da Big Bang teorisinin yaratılışı delillendiren bir bulgu olduğunu itiraf ederken sözlerine şöyle başlamaktadır:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir.
Bu kişilerin yukarıdaki itiraflarını okuduktan sonra, onların bilimsel gerçekler karşısında teslim olduklarını, hatta bunu samimiyetle itiraf ettiklerini ve artık Allah'ın varlığına inandıklarını zannedebilirsiniz. Aslında vicdan ve akıl gerçekten de bunu gerektirir.

Ancak söz konusu bilim adamları her ne kadar zaman zaman gerçekleri görerek, vicdanlarına başvurmuş olsalar da, bu çok kısa sürmüştür. İdeolojilerini terk etmeyi asla göze alamamışlar ve vicdanlarına rağmen inkarda diretmişlerdir.
Materyalist inanca olan bağlılıklarından dolayı gerçeği gördükleri halde, batıl inançlarından vazgeçmeyen insanlar sadece bizim yüzyılımıza ait değildir. Bu anlayıştaki insanlar, tüm tarih boyunca var olmuştur. Kuran'da Hz. İbrahim'in dönemindeki materyalistlerle Hz. İbrahim arasında geçen konuşmalar bize bu gerçeği haber vermektedir. Hz. İbrahim'in dönemindeki materyalistler putlara tapmaktadırlar. Kendi elleriyle yaptıkları putları kendilerine ilah edinmişlerdir. Yani kendileri de yaratılmış olan, aslında hiçbir şeye güç yetiremeyen bazı varlıkların Yaratıcı olduklarını, tüm evrenin düzenleyicisi ve sahibi olduklarını iddia etmişlerdir.

Her ne kadar bu satırları okuyan bazı insanlar, bu tür bir putperestliğin geçmiş çağlara ait bir özellik olduğunu zannetseler de, 21. yüzyılın inkarcılarının mantığı da tamamen aynıdır. Onlar da yaratılmış olan ve hiçbir şeye güç yetiremeyecek olan şuursuz atomların ve kör tesadüflerin hayatı, tüm canlılığı ve kusursuz düzen içindeki evreni yarattığını iddia ederler. İnkarcı zihniyette değişen hiçbir şey olmamıştır. O zaman da Hz. İbrahim, bu kişilere inançlarının ne kadar akıl ve mantık dışı olduğunu çeşitli yollarla göstermiştir. Ve bu kişiler önce inançlarının ne kadar bozuk olduğunu anlayarak itirafta bulunmuşlar ve kendilerinin zalim olduklarını söylemişlerdir:
Dediler ki: "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" "Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin." Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; "Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)" dediler." (Enbiya Suresi, 62-64)
Ancak vicdanlarının sesini dinlemeleri kısa sürmüş ve tekrar sapkın inançlarına dönmüşlerdir:
Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: "Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin." Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?" "Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?" (Enbiya Suresi, 65-67)
Kuran'da bize 1400 sene önce haber verilen bu karakteri daha iyi anlamak açısından evrimcilerin itiraflarını değerlendirmekte fayda vardır. Bu itirafları okuyan akıl ve vicdan sahibi her insan ister istemez kendisine "eğer bu teorinin doğru olmadığını itiraf ediyorlarsa, peki o zaman bu teoriyi neden savunuyorlar?" diye soracaktır. Yukarıda da cevabı verildiği gibi bu teoriye, onu bilimsel olarak ispatladıkları için değil, ideolojileri onlara bunu emrettiği için inanıyorlar. Aksi takdirde Allah'ın varlığını kabul etmek zorunda kalacaklarını biliyorlar. Bu yine sadece bizim yüzyılımıza ait bir özellik değildir. Kuran'da Allah insanların bir kısmının vicdanlarının doğruyu kabul ettiği halde, kibirleri ve büyüklenme duyguları nedeniyle gerçeği görmezlikten geldiklerini ve Allah'ın varlığını inkar ettiklerini bildirmektedir:
Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)

Charles Darwin'in, Teorisi Hakkındaki İtirafları




Charles Darwin, evrim teorisini 1859 yılında yayınladığı The Origin Of Species By Means Of Natural Selection Or The Preservation Of Favored Races In The Struggle For Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon veya Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) isimli kitabı ile öne sürdü. Darwin "uzun bir argüman" olarak tanımladığı kitabında, canlılığın kökenini evrimsel gelişme ile açıklamaya çalışmıştı.

Kitabın tamamında, konuların ele alınışı son derece acemice ve bilimsel deneylerden veya gözlemlerden uzak, daha çok tahmin ve varsayımlar üzerine kuruludur. Darwin, Descent of Man (İnsanın Türeyişi) isimli kitabında da yine aynı bilimsel seviyede, insanın evrimi ile ilgili teorilerini açıklamıştır. Her iki kitapta da Darwin, teorisinin zayıflıklarını, tutarsızlıklarını itiraf etmiş, böyle bir varsayımın doğruluğu ile ilgili ciddi şüpheleri olduğunu sık sık tekrarlamıştır. Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin'in bu korkuları hakkında şu yorumu yapar:
Türlerin Kökeni'ni ilk okuduğumda Darwin'in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. Örneğin "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölüm, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.

Charles Darwin
Ayrıca, Charles Darwin'in oğlu Francis Darwin'in editörlüğünü yaptığı ve Darwin'in mektuplarının derlemesinden oluşan Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) adlı kitapta yer alan mektuplarda da Darwin birçok benzeri itirafta bulunmuştur. Bu kitapta, Darwin'in pek çok yakın arkadaşına veya dönemindeki bazı bilim adamlarına yazdığı mektuplar derlenmiştir. Bu mektupların birçoğu Darwin'in evrim teorisi ile ilgili itirafları ile doludur. Hatta Darwin, iddia ettiği konulardaki bilgi yetersizliğini sık sık dile getirmekten de çekinmemiştir.
Ne var ki, evrim teorisinin sahibinin bu teorinin doğruluğu ve kendi bilimsel seviyesi ile ilgili şüphelerinin bulunmasına ve büyük bir açık sözlülükle bunları itiraf etmesine rağmen, günümüz evrimcilerinin hem Darwin'den hem de evrim teorisinden bu kadar emin olmaları elbette düşündürücüdür.
Bu bölümde Darwin'in sadece genel olarak evrim teorisi ve kendisi ile ilgili itiraflarına yer verilecektir. Bunların yanı sıra Darwin'in bu iddiayı ortaya atarken içinde bulunduğu ruh hali de itiraflarında yer alacaktır. İşte Darwin'in kendi teorisinin çelişkili, tutarsız ve gerçek dışı bir iddia olduğu yönündeki kuşkuları:
Okur yapıtımın (Türlerin Kökeni) bu bölümüne varmadan önce bir yığın güçlükle karşılaşmış olacaktır. Bunların bazıları bugüne dek üzerlerinde belirli bir ölçüde duraksamadan düşünemediğim kadar çetindir.
Teoriye karşı haklı olarak yöneltilmiş itirazların ve teorinin karşılaştığı güçlüklerin ağırlığı altında yıllarca ve onların ağırlığından kuşkulanamayacak kadar çok ezildim.
Bu çalışmaların (Türlerin Kökeni için kullandığı çalışmaları), bunları yaparken harcadığım zamana değip değmediğinden şüphe ediyorum.
Görüşlerimin, sayısız miktarda zorluklarla dolu olduğunu göremeyecek kadar kör olduğumu sanma...

Editörlüğünü Charles Darwin'in oğlu Francis Darwin'in yaptığıThe Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) isimli kitabın giriş sayfası.
Harvard'da biyoloji profesörü ve yakın dostu olan Asa Gray'a yazdığı bir mektubundan:
Oldukça iyi biliyorum ki, spekülasyonlarım meşru bilimin sınırlarının oldukça ilerisine uzanmıştır.
E. Haeckel'e yazdığı mektubundan:
Evrim doktrinini yayarak çok müthiş bir iş yapmış olacaksın.Yararsız yapıların ileriki aşamalarda ortadan kalkmasıyla ilgili problem senin de kafanı karıştırdı mı? Bu problem son zamanlarda benim aklımı oldukça karıştırdı.
Fox'a yazdığı mektubundan:
Doğanın tamamı gerçekten inatçı ve benim istediklerimi yapmıyor ve şu an sadece eski midyelerimden başka yeni hiçbir şey üzerinde çalışmak istemiyorum.
Bazen tamamıyla çöküntüye uğrayacağımdan korkuyorum...
J. D. Hooker'a yazdığı mektubundan :
Bazen, yakında tamamen yenilgiye uğrayacağımdan şüpheleniyorum.
Görüşlerime ters düşen bazı büyük zorlukları ortadan kaldırdığımı düşünüyorum, fakat bunların hepsi bir halüsinasyon olabilir.
Tamamen yanlış bir inancın içinde olduğumu düşünmeye başladım. Bana bu konunun on sene içinde tamamen unutulacağını söylediğinde haklıydı.
Bana kitabımı soruyorsun, sana söyleyebileceğim tek şey intihar etmeye hazır olduğum; kitabın çok makul bir şekilde kaleme alındığını düşünüyordum, fakat şimdi tekrar yazılması gerektiğini anladım.
Türlerin Kökeni'nin yayınlanmasının ardından o kadar çok şey yayınlandı ki, bu bilgileri değerlendirip bir bütün haline dönüştürme gücüne ve akıl yeteneğine sahip olduğumdan şüphe ediyorum.
Lyell'e yazdığı mektubundan:
Çeşitli konularla ilgilenen pek çok insanın yıllardır bir illüzyon içinde olduğunu düşünerek oldukça seviniyorum. Sık sık üzerime soğuk bir ürperti geliyor ve kendi kendime bütün hayatımı bir fantaziye adayıp adamadığımı soruyorum.
Robert Downs anlatıyor:
Darwin'in yaşı ilerledikçe din konusundaki görüşleri de değişti. Gençliğinde özel yaratılış fikrini hiç tartışmasız kabul ediyordu. Life and Letters adlı kitabında ise "insan uzak gelecekte şimdikinden çok daha mükemmel bir varlık olacaktır" diyordu. Sonra şu fikirleri de ilave ediyordu:
"Allah'ın varlığı hakkında hislere değil de akla bağlı bir başka nokta da, çok önemli bir konu olarak beni etkiliyor. Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır. Böyle düşününce bir dereceye kadar insanınkine benzeyen zihin sahibi bir "İlk Sebep" aramak zorunda kalıyorum; bu bakımdan teist sayılabilecek bir insanım. Hatırladığıma göre, Türlerin Kökeni'ni yazdığım zaman bu inanç bende çok kuvvetliydi. O tarihten beri yavaş yavaş ve birçok dalgalanmalarla zayıfladı. Ama o zaman da şu şüphe ortaya çıkıyor: Benim inandığıma göre en aşağı hayvanlarınki kadar basit bir zihinden çıkmış olan bir akla, böyle büyük bir sonuç çıkardığı zaman güvenilir mi?"
Darwin bu noktada çaresizlik içinde ellerini açıyor ve şunları söyleyerek sözünü bitiriyor:
"Böyle karmaşık meselelere en ufak bir ışık dahi tuttuğumu iddia edemem. Herşeyin başlangıcındaki sır bizim için çözülemez bir halde duruyor; şahsen ben bir agnostik (bilinemezci) olarak kalmaktan memnunum." 
Darwin, teorisi için en büyük açmazın ise ara form fosillerinin bulunamayışı olduğunu görüyordu. Bu yüzden, 1859 yılında, bundan tam 150 yıl önce Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, NEDEN SAYISIZ ARA GEÇİŞ FORMUNA RASTLAMIYORUZ? Neden bütün doğa BİR KARMAŞA HALİNDE DEĞİL DE, tam olarak TANIMLANMIŞ VE YERLİ YERİNDE? SAYISIZ ARA GEÇİŞ FORMU OLMALI, FAKAT NİÇİN YERYÜZÜNÜN SAYILAMAYACAK KADAR ÇOK KATMANINDA GÖMÜLÜ OLARAK BULAMIYORUZ... NİÇİN HER JEOLOJİK YAPI VE HER TABAKA BÖYLE BAĞLANTILARLA DOLU DEĞİL? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya ÇIKARMAMAKTADIR ve belki de BU BENİM TEORİME KARŞI İLERİ SÜRÜLECEK EN BÜYÜK İTİRAZ OLACAKTIR. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)

Evrimcilerin Darwin ile İlgili İtirafları


A. Sedgwick
Charles Darwin'in eğitiminin ve bilimsel seviyesinin -özellikle de günümüz imkanları ile karşılaştırıldığında pek yüksek olduğu söylenemez. Darwin, Edinburgh'da başladığı tıp öğrenimi başarısızlıkla sonuçlandırmış ve okulu yarıda bırakmıştı. Dolayısıyla evrim teorisini ortaya koyarken teoriyle yakından ilgili bilim dalları hakkında bilgi sahibi değildi.
Thomas Huxley (En yakın arkadaşı ve evrim teorisi konusunda en büyük destekçisi. Hatta evrim teorisini Darwin'in adına yüksek sesle savunduğu için "Darwin'in buldog köpeği" olarak anılır):
Aynen diğerlerimiz gibi onun da biyoloji bilimi üzerinde doğru düzgün bir eğitimi yoktu.
En yakın dostu A. Sedgwick'in Darwin'e yazdığı mektuptan:
Bazı bölümlerine hayranlık duydum. Bazı bölümlerine ise karnım ağrıyana kadar güldüm. Okuduğum diğer bölümler bana büyük bir acı verdi. Çünkü bunların tamamen yanlış ve zarar verici olduklarını düşünüyorum… Çıkardığın sonuçların büyük bir bölümü, bazı tahminlere dayanıyor… Doğal seleksiyonu, seçici bir organ tarafından bilinçli olarak yapılmış birşey gibi yazmışsın.

Evrimcilerin, Evrim Teorisinin Geçersizliği Hakkındaki İtirafları


Sitenin giriş bölümünde de belirtildiği gibi, evrimci bilim adamları, aslında evrim teorisinin bilimin hiçbir ilgili dalı tarafından ispatlanamadığının ve tutarsız bir iddia olduğunun farkındadırlar. Ancak inandıkları ideoloji uğruna bu teoriyi savunmaktadırlar. Bu bölümde evrimcilerin evrim teorisinin genel olarak geçersizliği ile ilgili itiraflarına yer verilecektir.
Pierre Paul Grassé (Fransız Bilimler Akademisi Eski Başkanı, Evolution of Living Organisms (Canlı Organizmaların Evrimi) isimli kitabın yazarı):
Bugün, bizim görevimiz, bizden daha önce baş gösteren ve basit, anlaşılır ve açıklanmış bir olgu olarak kabul edilen evrim mitolojisini yıkmaktır. Hile (aldatma) bazen bilinçsiz olur, ama her zaman değil, çünkü bazı insanlar, tarafgirlikleri nedeniyle, amaçlı olarak gerçeği görmezden gelirler ve inançlarının yetersizliğini ve yanlışlığını kabul etmeyi reddederler.
Rastgele mutasyonların, tüm canlılık aleminin ihtiyaçlarını karşılamış olmasının imkansızlığını anlattıktan sonra Grassé şöyle diyor:
Hayal kurmaya karşı bir yasa yok, ama bilim buna dahil edilmemelidir.
Prof. Derek Ager:
Öğrenci iken öğrendiğim bütün evrim hikayelerinin bugün doğru olmadıklarının anlaşılması oldukça önemli.
Dr. Robert Milikan (Nobel ödüllü, ünlü bir evrimci):
Şu çok acıklı: Biz bilim adamları şu ana kadar hiçbir bilim adamının kanıtlayamadığı evrimi kanıtlamaya çalışıyoruz.
Dr. Lewis Thomas:
Biyolojinin, evrimde yönlendirici güç için "hata" sözcüğünden başka bir sözcüğe ihtiyacı var. Tesadüf doktrini ile uzlaşmam mümkün değil. Doğadaki amaçsızlık ve kör tesadüfler kavramına tahammül edemiyorum. Ve bununla beraber zihnimi sakinleştirmek için bunun yerine ne koyabileceğimi hala bilmiyorum.
Jerry Coyne (Chicago Üniversitesi Evrim ve Ekoloji Bölümü'nden):
Neo-Darwinist görüş için çok az delil olduğunu söylemeliyiz: Bu görüşün teorik temelleri ve deneysel delilleri oldukça zayıftır.
H. S. Lipson:
Eğer canlılık atomların, doğa güçlerinin ve radyasyonun karşılıklı etkileşimleri sonucunda oluşmamışsa nasıl oluşmuştur?.. Sanırım tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu kabul etmeliyiz. Bundan ne kendim ne de fizikçiler hoşlanmamaktadır. Ancak eğer bir teoriyi bilimsel deliller destekliyorsa, o teoriyi sırf hoşlanmadığımız için reddedemeyiz. Aslında evrim bir anlamda bilimsel bir din haline geldi; hemen hemen bütün bilim adamları bunu kabul etti ve birçoğu onunla uyumlu olması için gözlemlerini eğip bükmeye hazırlandılar.
Evrim teorisinin yaşayan canlıların tüm özelliklerini sayabilme yeteneği beni daima teoriden kuşkulanmaya itmiştir (Örneğin zürafanın uzun boynu). Bu nedenle son 30 yıllık biyolojik araştırmaların Darwin'in teorisine uygun olup olmadığına baktım. Uygun olduğunu düşünmüyorum. Bana göre teori ayakta bile duramamaktadır.
Gregory Alan Pesely:
Ayrıca bilim adamlarının temel prensibi "gereksiz söz tekrarı" olan bir kanundan memnun kalmaları utanılacak bir şeydir. Bu problem ile ilgili başarılı bir çözüme kavuşulmadıkça doğal seleksiyon teorisi asla ciddi bir bilim olamaz.
Dr. Colin Patterson (İngiltere Doğa Tarihi Müzesi yöneticilerinden, evrimci paleontolog. Doğa Tarihi Müzesi Gazetesi'nin editörü,Evolution kitabının yazarı):
Bu anti-evrimci bakış açısını almaya başlamamın nedenlerinden birisi, bu şey üzerinde 20 yıl çalışıp bu konuda tek bir şey bilmemenin yaptığı etkiydi. Bir kişinin bu kadar uzun bir süre yanlış yönlendirildiğini öğrenmesi onun için oldukça büyük bir şok. Bu yüzden geçen birkaç hafta, çeşitli insanlara ve insan gruplarına basit bir soru sormaya çalıştım. Soru şu: Bana evrim hakkında bildiğiniz bir şeyi, doğru olan bir şeyi anlatabilir misiniz? Bu soruyu Doğa Tarihi Müzesi'ndeki jeoloji grubuna sordum ve aldığım tek cevap sessizlikti. Chicago Üniversitesi'ndeki Evrim Morfoloji Semineri'ndeki (Evolutionary Morphology Seminar) prestij sahibi evrimci üyelerde denedim ve aldığım tek cevap uzun süren bir sessizlikti ve sonunda bir kişi şöyle dedi: "Tek bir şey biliyorum, evrim teorisi liselerde okutulmamalıdır." 
Dr. Albert Fleischman (Zoolog):
Çöküşte olan Darwin'in teorisi doğa aleminde ispatlanması gereken tek gerçek değildir. Bilimsel araştırmaların bir sonucu değildir, ama kesin olarak hayal gücünün bir ürünüdür.
W. R. Thompson (Commonwealth Institute of Biological Control - Ottowa'nın başkanı):
Bilim adamı olmayan kişilerin dikkatini, evrimle ilgili anlaşmazlıkların üzerine çekmek uygun ve doğru olacaktır. Fakat bazı evrimcilerin son görüşleri bunu makul bulmadıklarını gösteriyor. Bilimsel olarak tanımlayamayacakları bir doktrini savunmak için biraraya gelen bilim adamlarının zorlukları elimine ederek ve eleştirileri gizleyerek inançlarını halkın gözünde devam ettirme girişimi bilimsel açıdan anormal ve istenmeyen bir durumdur.
E. O. Wiley (CUNY, Balık Bilimi (Ichthyology) Bölümü ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi), Norman Macbeth tarafından yazılan Darwin Retried (Darwin Yeniden Yargılandı) adlı kitap hakkındaki düşünceleri:
Macbeth, evrime yeni bir göz ile bakmamızı, halka ve gerekirse kendimize Darwinizm'in yanlış verilere sahip yapay bir teori olduğunu itiraf etmemizi öneriyor. Sanırım bunlar mükemmel öneriler.

Roger Lewin
Roger Lewin (Ünlü evrimci bilim yazarı, New Scientist dergisi eski editörlerinden):
Zekamızı gösteren anlayışımız, son derece geniş teknolojik imkanlarımız, son derece kompleks olan dilimiz, ahlaki değerlerimiz tüm bunlar galiba doğayla insanları birbirinden ayırmaya yeterli olacaktır… Evrimciler için bu durum açıklanması gereken bir utançtır.
Herribert Nillson:
Evrimi bir deney ile ispat etme girişimlerim 40 seneden fazla sürdü ve başarısızlıkla sonuçlandı. Hiç olmazsa deneyime ön yargılı anti-evrimsel bir başlama noktasından başlamakla suçlanmayacaktım.
P. Lemoine:
Evrim teorileri ile araştırma yapmayı seven gençlerimiz kandırıldı. Bütün dünyanın öğrenmeye devam ettiği bir dogma oluşturuldu. Zoologlar ya da botanikçiler yapılan hiçbir açıklamanın yeterli olmadığını saptamıştır… Bu özetten şu sonuç çıkmaktadır ki, evrimin gerçekleşmiş olması imkansızdır. 
Norman Macbeth:
Maalesef evrim alanındaki açıklamaların çoğu iyi değil. Doğrusu bunların açıklama olarak değerlendirilmeleri bile çok zordur. Öneri, önsezi ve boş hayallerdir, hipotez olarak adlandırılmaları bile yanlış olur. 
Prof. Cemal Yıldırım (Yerli evrim savunucularından, felsefe profesörü):
Hiçbir bilim adamı (Darwinist ya da neo-Darwinist olsun) evrim kuramının ispat edildiği düşüncesini ileri süremez.
Doğrudur, evrim kuramı ispat edilememiştir.
Darwin'in evrim kuramı bugün geçerliliğini koruyorsa, bunun başlıca nedeni yerine geçecek daha doyurucu, alternatif bir kuramın yokluğundandır. Yetersiz de olsa Darwin'in kuramını, başka bir kuram ortaya çıkıncaya kadar korumak zorundayız.
François Jacob (Hücre Genetiği Profesörü - 1965 Nobel Tıp Ödülü):
Ama yine de, özellikle evrimin mekanizmalarına ilişkin nihai açıklamaya sahip olmanın uzağındayız... Ayrıca, örneğin kromozomların yapısıyla ilgili şu yakınlarda gerçekleştirilen bazı gözlemlerin de ortaya koyduğu gibi, evrimin temelinde yer alan bütün mekanizmaları bilebilmenin de çok uzağındayız.

Christopher Wills
C. D. Darlington:
Bize insanoğlunun sanatı kademe kademe geliştirdiği ve sonunda tarihin ışığında ortaya çıktığı anlatıldı. Bu "yavaş yavaş" ve "adım adım" gibi insanın beynini uyuşturmak için kullanılan kelimeler sürekli olarak tekrarlandılar. Amaç büyük bir bilgisizliği örtmekti. Biri şu soruyu sormalıydı: Hangi kademeler? Ancak bu soruyu soran kişi de verilen yavan cevaplarla uyuşturuldu ve vazgeçti. Çünkü hiç kimse medeniyetin bir anda oluştuğunu düşünmek bile istemiyordu.
Christopher Wills (San Diego California Üniversitesi'nde biyolog ve evrim dersleri veriyor.) Darwin ve Alfred Russel Wallace'tan söz ederek şöyle diyor:
Evrim kuramının iki büyük kurucusundan birinin (Wallace) sonunda bu kuramın çoğunu reddetmesi şaşırtıcı.

Evrimcilerin Teoriyi, İdeolojik Olarak Savunduklarına Dair İtirafları


Yirminci yüzyılın ikinci yarısı ve yirmi birinci yüzyılda, birçok bilimsel bulgu evrim teorisinin bilimsel açıdan geçersizliğini çok açık ve kesin olarak ortaya koymuştur. Daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, dünyanın en önde gelen evrimcileri dahi bu gerçeğin farkındadırlar. Hatta teorilerine olan "gözü kapalı" bağlılıklarına rağmen evrim teorisinin açmazlarını kendileri itiraf etmektedirler. Peki, evrim teorisinin bilim dışı olduğunu bilmelerine rağmen neden bazı bilim adamları ısrarla bu teoriyi savunmaktadır?

Bu kitabın "Giriş" bölümünde de ele alındığı gibi, bilim adamlarının evrim teorisine olan bağlılıklarının nedeni sahip oldukları ideolojilerinde yatmaktadır. Bu evrimci bilim adamları gerçek birer bilim adamı gibi davranmaz, sadece gözlem ve deneylerine bağlı kalmazlar. Onlar yapılan gözlem ve deneylere ve bilimsel araştırmalara rağmen ideolojilerini savunurlar. Sahip oldukları ideolojilerinin temeli ise materyalizmdir. Materyalizme olan inançları onlara Allah'ın varlığını inkar etmeyi emretmektedir. Bu nedenle tüm bilimsel veriler üstün ve herşeyin hakimi olan bir Yaratıcının varlığını açık ve kesin olarak göstermesine rağmen, bu evrimci ve materyalist bilim adamları Allah'ın varlığını inkar etmektedirler. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da açıkça itiraflarda bulunmuşlar, delillerin bir Yaratıcının ve O'nun var ettiği kusursuz yaratılış delillerinin varlığını gösterdiğini, ancak sahip oldukları ideolojileri uğruna bu gerçeği kabul edemeyeceklerini belirtmişlerdir.

Chandra Wickramasinghe:
Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu... Ama şu anda, Allah'a inanmayı gerektiren açıklamaya karşı olarak öne sürülebilecek hiçbir argüman bulamıyorum… Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil.
Prof. Fred Hoyle (Cambridge Üniversitesi'nden İngiliz matematikçi ve astronom):
Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmeyişin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.

François Jacob
François Jacob:
Bütün bu tartışmalar ciddi soruları gündeme getirmektedirler. Bunların başlıcası şu sorudur: Biyologların ideolojik ön yargıdan gerçekten bağımsız bir evrim kuramı geliştirmeleri mümkün müdür?
Dr. Michael Walker (Antropolog, Sidney Üniversitesi):
Birçok bilim adamı ve teknoloji uzmanının Darwin teorisine dilleriyle hizmet ediyor olmalarının tek nedeninin, bu teorinin bir Yaratıcı olduğunu reddetmesi olduğunu kabul etmek zorundayız.
Robert Shapiro:
Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke "kimyasal evrim" ya da "maddenin kendini örgütlemesi" olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme olan bağlılık uğruna inanılır.
Hubert Yockey (Evrimci biyolog):
Diyalektik materyalizmin mutlak ve kapsamlı doktrinlerine olan inanç, yaşamın kökeni senaryolarında çok önemli bir rol oynamaktadır. Diyalektik materyalizmin etkili olduğu hayatın kökeni ile ilgili senaryolardan biri de güneş sistemi içindeki "uygun bir başka gezegende" daha hayat olduğu iddiasıdır. Bu hiçbir delil olmamasına, hatta aksini kanıtlayan güçlü deliller bulunmasına rağmen inanılan bir senaryodur.
Paul R. Ehrlich ve Richard W. Holm:
Modern evrim teorisini bu yapıların açıklamasında en iyi teori olarak görmektense tek teori olarak görmek giderek daha yaygın hale gelmektedir. Günümüzde bu teoriyi bir dogma olarak ölümsüzleştirmek gözlemlenen dünya hakkında daha doyurucu açıklamalar yapılmasını engelleyecektir.

Robert Shapiro
Theodosius Dobzhansky:
Deliller hiçbir zaman kimseyi tam anlamıyla tatmin etmedi; yine de gerçekler konusunda bilgili olan çok az insan anti-evrimcidir.
Pierre Paul Grassé:
(Evrimcilerin canlılığın açıklaması olarak öne sürdükleri)... tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında kendisine gizlice tapınılan bir tür ilah haline gelmiştir.

Prof. Cemal Yıldırım
Prof. Cemal Yıldırım:
Darwinizm, doğal seleksiyon tezini yoklanması gereksiz, doğruluğu apaçık bir ilke saydığı ölçüde bilimsel bir kuram olmaktan uzaklaşmakta, ideolojik bir öğreti kimliği kazanmaktadır.
Geoffrey Clark (Arizona State Üniversitesi'nden antropolog):
Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve ön yargılarımıza göre seçiyoruz, bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil.
Evrimci Greg Kirby (Biyoloji Öğretmenleri Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmadan):
Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız.

Doğal Seleksiyonun Evrimleştirme Gücünün Bulunmadığı ile İlgili İtirafları


Evrim teorisi, canlıların iki temel mekanizma sayesinde evrimleştiklerini öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Evrimci iddiaya göre mutasyonların canlılar üzerinde sebep olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece  canlılar evrimleşirler. Ancak biraz incelendiğinde, aslında ortada hiçbir evrimleştirici mekanizmanın olmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon, ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadırlar.

Doğal seleksiyonun evrimleştirici gücü olduğu iddiasını ilk ortaya atan kişi, teorinin kurucusu olan Charles Darwin'dir. Kitabına verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin'in teorisinin temelini oluşturduğunu gösterir: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla…


Doğal seleksiyon, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdüreceklerini, uygun yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, hızlı koşabilen geyikler doğal olarak hayatta kalacaktır. Diğerleri ise avlanarak yok olacaktır. Sonuç olarak da geride, hızlı koşabilen bireylerden oluşan bir geyik sürüsü kalacaktır. Ama burada çok önemli bir nokta vardır; bu süreç ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Örneğin bir geyik zaman içinde bir ata dönüşemez. Geyikler hep geyik olarak kalırlar.

Nitekim Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Bunun farkında olan evrimciler ise, başta yine Darwin olmak üzere, doğal seleksiyonun yeni bir tür geliştiremeyeceğini birçok kereler itiraf etmişlerdir.
Charles Darwin:
Teorimle ilgili güçlükler ve itirazlar şöyle sınıflandırılabilir: ...İkincisi; örneğin yapısı ve alışkanlıkları bakımından yarasa olan bir hayvan, çok farklı yapısı ve alışkanlıkları olan başka bir hayvanın değişiklik geçirmesiyle oluşabilir mi? Doğal seleksiyonun bir yandan zürafanın sinek kovmaya yarayan kuyruğu gibi pek az önemli bir organ ve öte yandan, göz gibi şaşılası bir organ türetebildiğine inanabilir miyiz?
Doğal seleksiyon teorisinin, kendim göremememe rağmen pek çok hata içerdiğini ileride anlayacağım.

Alfred Russell Wallace
Alfred Russell Wallace:
Bu argümanı (doğal seleksiyonu) insanın gelişmiş yeteneklerini açıklamaya kalkışıncaya kadar ikna edici bulmuştum.
Profesör Stephen Jay Gould (Harvard Üniversitesi'nde Jeoloji ve Paleoantropoloji Profesörü ve 20. yüzyılın ikinci yarısındaki başlıca evrim sözcülerinden):
Paleontologlar (fosil uzmanları) Darwin'in iddiası için aşırı yüksek bir ücret ödediler. Biz kendimizi hayatın tarihi için tek dürüst öğrenciler olarak görüyoruz. Doğal seleksiyonu evrimin açıklaması için hala tercih etmekle bilgilerimizi o kadar kötü gösteriyoruz ki, araştıracağımızı iddia ettiğimiz süreçleri neredeyse hiç görmüyoruz.
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür". Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinist teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.
Prof. Cemal Yıldırım:
Ne var ki, doğal seleksiyon kimi yönleriyle ne ilk ortaya atıldığında ne de bugün tartışma konusu olmaktan kurtulamamıştır. Teologlar bir yana, kimi biyologların da evrimi açıklamada bu düzeneği yeterince doyurucu bulmadıklarını biliyoruz.
19. yüzyılda bilim adamları çoğunlukla çalışma odalarında ya da laboratuvarlarda kapalı kaldıkları, doğayı doğrudan tanıma yoluna gitmedikleri için canlıların salt savaşım içinde olduğu tezine kolayca kapılmıştır. Dünya çapında seçkin bir bilim adamı olan Huxley bile kendini bu yanılgıdan kurtaramamıştı.
Bilimsel açıdan bir başka eleştiri de canlı dünyanın bir çatışma bir var olma savaşımı olduğu savına ilişkindir. Gerçekten, organizmaların, özellikle ileri gelişmişlik düzeylerinde dayanışma, dahası "iş birliği" diyebileceğimiz davranışlar da sergilendiğini gösteren güvenilir pek çok gözlem ortaya konmuştur. Daha önemli bir üçüncü eleştiri doğal seleksiyonun açıklayıcı bir ilke olarak yetersizliğine ilişkindir. Buna göre, amipten insana uzanan tüm aşamalarında canlılar, fizik ve kimya çözümlemelerine elvermeyen olağanüstü bir düzen, ereksel (amaca yönelik) bir eğilim sergilemektedir. Bunun, rastlantısal varyasyonlar üzerinde mekanik bir düzenek olan doğal seleksiyonla açıklanması olanaksızdır. Örneğin insan gözünü ele alalım. Yapı ve işleyişi bu denli kompleks, ince ve yetkin dokunmuş bir organın, belli bir amaca yönelik hiçbir yaratıcı güç içermeyen salt mekanik bir düzenekle oluştuğu olası mıdır? Sanat, felsefe ve bilim çalışmalarıyla uygarlık yaratan insanın doğal seleksiyonla evrimleştiği yeterli bir açıklama olabilir mi? Annenin yavru sevgisini, hiçbir ruhsal öğe içermeyen "kör" bir düzenekle açıklamaya olanak var mıdır? Biyologların (bu arada Darwinistlerin) bu tür sorulara doyurucu yanıt verdiklerini söylemek güçtür, kuşkusuz.
J. B. S. Haldane (Ünlü evrimci biyolog):
Şans varyasyonlarına dayanan doğal seleksiyonun kendi başına evrimi tümüyle açıkladığı düşüncesine katılmakta tereddütümüz var.
J. Hawkes:
Kuşları, balıkları, çiçekleri vb. göz kamaştırıcı güzelliği salt doğal seleksiyona borçlu olduğumuza inanmakta güçlük çekiyorum. Dahası, insan bilinci öyle bir düzeneğin ürünü olabilir mi? Nasıl olur da tüm uygarlık nimetlerinin yaratıcısı olan insan beyni; Sokrates, Leonardo da Vinci, Shakespeare, Newton ve Einstein gibileri ölümsüzleştiren yaratıcılık "yaşam savaşımı" denen orman yasasının bize bir armağanı olsun?
Roger Lewin:
Neo-Darwinizm'in temel özelliklerinden olan doğal seleksiyonun dengeleyici bir etkisi olabilir, fakat belirli bir yönde özelleşmeye ve gelişmeye bir katkısı olmaz. Birçok kişinin öne sürdüğü gibi yaratıcı bir kuvvet değildir.
Dr. Colin Patterson:
Hiç kimse bugüne kadar doğal seleksiyon mekanizmaları yoluyla yeni bir tür üretemedi. Hiç kimse böyle birşeyin yakınına bile yaklaşamamıştır.
Arthur Koestler:
Günümüzde eğitimli insanlar, Darwin'in gelişigüzel mutasyonlar artı doğal seleksiyonun sihirli formülü sayesinde tüm sorulara cevap bulduğuna inanmayı sürdürmektedirler. Rastgele mutasyonların konu dışı kaldığı ve doğal seleksiyonun bir kısır döngü mantığı haline geldiği gerçeğinden oldukça habersiz bir şekilde.
Pierre Paul Grassé:
J. Huxley ve diğer biyologların evrimin doğal seleksiyon mekanizması aracılığı ile işlediği teorisi, demografik gerçeklerin, genotiplerin bölgesel dalgalanmasının ve coğrafi dağılımların bir gözleminden başka birşey değildir. Çoğunlukla ele alınan türler on binlerce sene hiç değişmeden kalmaktadır. Koşullara bağlı olarak meydana gelen dalgalanmalar, genlerin önceden değişmesiyle beraber ele alındığında evrime delil olarak kullanılamaz; bunun en güzel delili de milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramayan yaşayan fosillerdir.

Mutasyonların Evrimleştirme Gücünün Olmadığı ile İlgili İtirafları


Evrim teorisinin doğal seleksiyonun yanında savunduğu ikinci sözde mekanizma mutasyonlardır. Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar birer kazadırlar ve DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.

Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar ve hastalıklı insanlar…

Nitekim evrimi kanıtlamak uğruna laboratuvarlarda radyasyona maruz bırakılan deneklerde ulaşılan sonuç, bacakları kafalarından çıkan meyve sineklerinden öteye gidememiştir. Bugüne kadar gözlemlenmiş hiçbir yararlı mutasyon örneği yoktur. Gözlemlenmiş tüm mutasyonlar zararlıdır.

Her iki resimde de mutasyonların olumsuz etkisi sonucunda canlıların vücutlarında meydana gelen zararlı değişiklikler görülmektedir.
Bu çok açık gerçeğin aslında evrimciler de farkındadırlar. Örneğin günümüzün en tanınan evrimcilerinden biri olan Richard Dawkins kendisine bir röportaj sırasında yöneltilen "Bilinen yararlı mutasyon örneği var mıdır?" sorusunu cevapsız bırakmakla kalmamış, bu sorunun kendisini ne kadar rahatsız ettiğini de sıkıntılı tavırları ile açıkça göstermiştir.
Prof. R. Goldschmidt (Zoolog, California Üniversitesi):
Şimdiye kadar hiç kimsenin makro mutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikro mutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosofila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik.
Kevin Padian:
Büyük evrimsel değişiklikler nasıl başladı? Türlerin on binlerce yıl oturup faydalı mutasyonların meydana gelmesini beklediğine (bu arada bu nasıl oluşmaktadır?) ve büyük bir istekle bunları yeni ve yararlı bir tür değişimi oluşana kadar biriktirip koruduklarına inanan biri var mı? İşte bu durum Waddington ve diğerlerinin de belirttiği gibi neo-Darwinizm'in "saçma ve mantık dışı" matematik argümanlarıdır.
Pierre-Paul Grassé:
Ne kadar çok sayıda olursa olsunlar, mutasyonlar herhangi bir evrim meydana getirmezler.
Şanslı mutasyonların havyanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak, gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek bir havyan, tam olması gerektiği şekilde binlerce ve binlerce faydalı tesadüfe maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.
Francisco J. Ayala:
X ışınları gibi yüksek enerjili radyasyonlar mutasyon oranını arttırırlar. Radyasyondan olayı meydana gelen mutasyonlar rastgele, bir anlamda onları taşıyan bireylerin sağlığı üzerindeki etkilerden bağımsız olarak meydana çıkar. Rastgele mutasyonlar çoğunlukla zararlıdırlar. Bir organizmadaki genom gibi tamamen organize bir sistemde rastgele bir değişiklik sistemin düzenini veya kullanılırlığını arttırmaz, aksine azaltır.
James F. Crow (Wisconsin Üniversitesi, Tıp Genetiği Bölüm Başkanı, radyasyon ve mutasyon konusunda uzman):
Mutasyonların hemen hepsi zararlıdır ve bunun bedelini insanlar öder. Bu nedenle mutasyon oranını yükseltecek olan her türlü insan aktivitesi insanlık için ciddi sağlık ve ahlak sorunları oluşturuyor demektir.
Hayatı oluşturan kimyasal işlemlerin bütünlüğüne isabet edecek rastgele bir değişikliğin bozucu etkisi olacağı kesindir. Aynen bir televizyondaki bağlantıların rastgele değiştirilmesinin görüntünün kalitesini artırmaması gibi.
Frederick Seymour Hulse:
Mutasyonlar rastgele meydana gelirler. Yüksek komplekslikteki sistemlerin bileşiminde ve işleyişindeki herhangi bir değişiklik bu sistemin işleyişini geliştirmeyecektir ve bu nedenle mutasyonların büyük kısmı dezavantajlıdır. Bir organizma ve çevre arasında çok hassas bir denge vardır ve bir mutasyon bu dengeyi kolaylıkla bozabilir. Bir insan aynı şekilde frenin veya gaz pedalının pozisyonunu rastgele değiştirerek bir arabanın işleyişinin gelişmesini de bekleyebilir.
Evrimci zoolog D. L. Stern:
Evrimsel biyolojinin en eski problemlerinden biri geniş çapta çözülmemiş olarak duruyor. Hangi mutasyonlar, evrimsel açıdan faydalı olan fenotip çeşitliliğini oluşturabilir? Bunlar ne tür moleküler değişiklikleri gerektirir?

Stephen Jay Gould
Stephen Jay Gould:
Bir mutasyon büyük ve yeni bir ham malzeme (DNA) oluşturmaz. Türleri mutasyona uğratarak yeni bir tür elde edemezsiniz.
Hoimar Von Ditfurth (Alman Psikiyatri ve Nöroloji Profesörü. Ünlü Alman evrimci bilim yazarı):
Alabildiğine kompleks biyolojik bir işlevin, organik bir düzenin, amaçsız, hedefsiz, keyfi mutasyonların rastlantısal sonuçları olarak ortaya çıkıp çıkamayacağı sorusuna yanıt ararken, tasavvur etme yeteneğimiz oldukça yaya kalacaktır… Gerçekten de, rastlantısal mutasyonların ardından, sözünü ettiğimiz türden yeni mekanizmaların, yeni düzenlerin ortaya çıkması için evrim istediği kadar zaman bulmuş olsun, yeni denge ve düzenlerin rastlantının ürünü olduğunu ileri sürmekle iyice ileri gitmiş, başka türlü düşünenleri tahrik etmiş olmuyor muyuz? Deyim yerindeyse, sakat doğum gibi bir şeydi bu tuhaf yaratıklar. Bir mutasyonun sonucuydular. Mutasyon sonuçları hemen her zaman bir felaket doğurmuşlardır. 
Bu noktada itirazcılar, anlamlı ve amaca uygun özelliklerin tümüyle rastlantısal olarak yeterli miktarda oluşmasını sağlamak bakımından, mutasyonların sayısının yeterli büyüklükte olamayacağına ilişkin bir karşı tezi öne sürmek eğilimdedirler. Gerçekten de çok sayıda mutasyon, olasılıklar kurallarına göre, bırakalım gelişmeyi desteklemeyi, zararlı ve hatta öldürücü olmaktan kurtulamaz.
Dr. Mahlon B. Hoagland:
Bugün canlı organizmalarda birikmiş bilgi (üç milyar yıllık evrimin birikmiş sonucu) bütün dünya şairlerinin toplamından daha çok işlenmiş, daha incedir. Bir harfte, bir kelimede, bir deyimde rastlantıya bağlı bir değişimin parçayı daha iyi yapması uzak bir olasılık, böyle rastlantısal bir çarpmanın zararlı olması daha akla yatkındır. Birçok biyolog, nükleer silahların, nükleer reaktörlerin ve endüstride üretilen mutasyona neden olabilecek türden kimyasal maddelerin artmasından, bu nedenle korkmaktadırlar.
Hatırlayacaksınız, bir organizmanın DNA'sında bir değişikliğin olması hemen her zaman onun için zararlıdır; başka bir deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya yol açar. Bir benzetme yapalım; Shakespeare'in oyunlarına rastgele eklenen cümlelerin onları daha iyi yapması pek olası değildir... Temelinde DNA değişiklikleri ister mutasyonla, ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz yabancı genlerle olsun, yaşamı sürdürebilme şansını azaltma özelliklerinden dolayı zararlıdır.
Warren Weaver (Evrimci bilim adamı). Weaver, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında şöyle diyordu:
Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?
Üstelik mutasyona uğramış genlerin, karşılaşılan durumların büyük çoğunluğunda ve şimdiye kadar üzerinde çalışılan türlerde zararlı etkilerine rastlanmıştır. En uç durumlarda zararlı etkiden kastettiğimiz ölüm demektir. Diğer durumlarda ise döl üretebilme olanağının azalması veya diğer bazı ciddi anormallikler anlamına gelir.

1. Normal bir meyve sineğinin kafası
2.Mutasyona uğramış bir meyve sineğinin kafası; bacaklar gözlerin üstünden çıkmış
3. mutasyona uğramış meyve sineğinin yakın çekim fotoğrafı
Michael Pitman:
Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular.
Gordon Taylor (Evrimci genetikçi) :
Bu çok çarpıcı, ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.

Moleküler Evrimin Çıkmazı ile İlgili İtirafları

Evrim teorisi aslında daha ilk aşamada, yani yeryüzündeki ilk canlı yaşamın nasıl ortaya çıktığı sorusunda cevapsız kalmaktadır. Evrim, bu soru karşısında canlılığın tesadüfler sonucunda meydana gelen bir hücreyle başladığını iddia eder. Senaryoya göre, bundan dört milyar yıl önce, ilkel dünya atmosferinde birtakım cansız kimyasal maddeler tepkimeye girmiş, yıldırımların, sarsıntıların etkisiyle karışmış ve ilk canlı hücre ortaya çıkmıştır.

Bu senaryonun gerçek olması imkansızdır, çünkü hayat tesadüfi bir şekilde oluşamayacak kadar komplekstir. En küçük canlının bile birlikte çalışan milyonlarca parçası vardır ve bunların her birine organizmanın ana fonksiyonlarının işlemesi için gereksinim vardır. Evrimci bir bilim adamı olan W. H. Thorpe, "Canlı hücrelerinin en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha komplekstir." diyerek bu kompleksliği kabul eder. Bu son derece kompleks sistemin parçalarının, doğru zamanda, doğru yerde, birden bire oluşma ve birbirlerine tesadüfen uyum göstermiş olma ihtimalleri kesinlikle yoktur.

Bu kompleks sistemin Darwinizm'in iddia ettiği gibi, kademe kademe gelişmiş olması da imkansızdır, çünkü sistem ancak tüm parçalarıyla eksiksiz olarak var olduğu zaman çalışır, daha ilkel "kademe"lerde hiçbir işe yaramaz. Nitekim cansız maddelerin biraraya gelerek canlılığı oluşturabilecekleri iddiası, bugüne kadar hiçbir deney ya da gözlem tarafından doğrulanmamış bilim dışı bir iddiadır. Aksine bütün bilimsel bulgular hayatın sadece hayattan geldiğini göstermiştir. Her canlı hücre bir başka canlı hücrenin çoğalmasıyla oluşur. Dünya üzerinde hiç kimse, en gelişmiş laboratuvarlarda dahi, cansız kimyasal maddeleri biraraya getirip canlı bir hücre yapmayı başaramamıştır.
Evrim teorisi ise, insan aklı, bilgisi ve teknolojisi sonucunda bile elde edilemeyen canlı hücresinin, ilkel dünya koşullarında rastlantılarla doğduğu iddiasındadır.

Ancak bu iddianın ne derece anlamsız olduğu, yine evrimcilerin kendi itiraflarıyla karşımıza çıkmaktadır. Birçok evrimci hayatın tesadüflerle, cansız maddelerden ortaya çıktığı iddiasının imkansızlığını bazı benzetmelerle şöyle itiraf etmişlerdir:
Prof. Fred Hoyle:
Bütün evreni kaplayan bir hurda yığını olduğunu varsayın. Ve bu hurda yığınının içinde Boeing 747'ye ait parçalar ve elektrik devreleri karışık ve birbirinden bağımsız olarak bulunsun. Bu hurda yığınına bir kasırga isabet etsin. Bu kasırganın ardından tüm parçaları biraraya gelmiş uçuşa hazır bir Boeing 747 çıkabilir mi? 
Rubik kübünü uzaktan tanıyan bir kimse bile kübün yüzlerini rastgele oynatan bir körün çözüm elde edemeyeceğini kabul edecektir. Şimdi sırası bozulmuş Rubik küplü 1050 kör insan bulunduğunu ve hepsinin aynı anda çözülmüş şekle ulaşmaları olasılığını hayal etmeye çalışın. Artık hayatın bağlı olduğu birçok polimerden sadece bir tanesinin rastgele yer değiştirmesi fırsatına sahipsiniz. Sadece bio-polimerlerin değil aynı zamanda programlanmış bir hücrenin çalışması da ilkel organik çorbada rastgele oluşamazdı. Hayat açıkçası kozmik bir fenomen olmalı.
Eğer maddenin, organik (cansız) sistemleri hayata doğru iten bir temel prensibi olsaydı bunun varlığının laboratuvarda kolaylıkla kanıtlanabilir olması gerekirdi. İlkel çorbayı temsil etmek üzere, örneğin bir yüzme havuzunu ele alın. Bunu biyolojik olmayan özellikteki kimyasallarla istediğiniz gibi doldurun. İstediğiniz gazı üzerine pompalayın veya arasından isterseniz hoşunuza giden herhangi bir çeşitte radyasyon verin. Deneyin bir sene sürmesine izin verin ve o 2.000 enzimden (canlı hücreler tarafından üretilen proteinler) kaç tanesinin havuzda ortaya çıkacağını görün. Ben cevabını vereceğim, böylelikle deneyi yapmanın zaman, zorluk ve masrafından kurtulmuş olursunuz. Muhtemelen aminoasitlerden ve diğer basit organik kimyasallardan oluşan, kahverengimsi çamurdan başka hiçbir şey bulamayacaksınız. Bu iddiadan bu kadar emin nasıl olabilirim? Eğer tam tersi olacak olsaydı, bu deney şimdiye kadar çoktan yapılmış olurdu ve eğer yapılsaydı dünya çapında çok iyi bilinip ünlü olurdu. Bunun maliyeti ise Ay'a bir adamı yerleştirmeyle karşılaştırıldığında çok önemsiz kalacaktır.

Fred Hoyle'ün cansız maddelerden hayatın kendi kendine oluşmasının imkansızlığını açıkladığı kitabı; "The Intelligent Universe (Akıllı Evren)"
Prof. Fred Hoyle ve Chandra Wickramansinghe (Wickramansinghe Cardiff Üniversitesi'nde, Uygulamalı Matematik ve Astronomi profesörüdür):
... Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları birer daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun tuşlarına bassalar, bu maymunlardan birinin bile Shakespeare'in bir çalışmasını oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması için gereken çöp kutularının yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır. Aynısı canlı maddeler için de doğrudur. Hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı için 1 sayısının yanına 40.000 sıfır koyun. İşte hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir… Eğer insan, sosyal inançlardan dolayı veya "bilimin evrime inanması gerekir" şeklindeki eğitiminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse bu basit hesap Darwin'i ve tüm teoriyi gömmek için yeteri derecede olanaksız bir sayıdır. Ne bu gezegende ne de bir başkasında, hiçbir ilkel çorba yoktu ve eğer hayatın başlangıcı rastgele değilse, o zaman belli bir amaca yönelik bir aklın ürünü olmalıdır.
Prof. Malcolm Dixon (Biyokimyacı):
Enzim sistemi her dakika tam vardiya çalışan kimyagerlerin yapamadığını yapıyor… Kimse doğal olarak oluşan enzimlerin yüzlerce arkadaşı ile beraber şans eseri kendi kendilerini fark ettiğini ciddi olarak düşünebilir mi?Enzimler ve enzim sistemleri aynı genetik mekanizmalar gibi mihenk taşlarıdır. Daha ileri araştırmalar yapıldığında daha iyi detaylanmış tasarımı açığa çıkarır.

Rubik kübünün olası karışımları 4 x 1019'dur. (10 milyar kere milyar)
Michael Pitman (Ünlü biyokimyacı. Enzimlerin tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks bir yapıya sahip olduklarını şöyle hesaplıyor):
Bilindiği üzere evrende 1080 kadar atom var ve Big Bang'in patlamasından bu yana 1017 saniye geçti. Yaşamın devam edebilmesi için de 2000 tane temel enzime ihtiyaç var. Bu enzimlerden bir tanesinin bile tesadüfen oluşması için 1020 den daha fazla bir olasılık gerekir. Bütün hepsinin tesadüfen oluşması için ise 1040000 ihtimal de bir ihtimal oluşmalıdır. Böyle bir ihtimalin oluşması için bütün evrenin organik bir çorba olduğunu düşünsek dahi bu imkansızdır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy (Biyolog, Hacettepe Üniversitesi):
Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımızdoğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir... Sitokrom-C'nin belli bir aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır (maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek).
William Stokes (Amerikalı evrimci jeolog):
Eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli aminoasitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı.
Andrew Scott (Evrimci biyolog):
Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi "temel" güçler gerisini halledecektir... Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir.
Dr. Christian Schwabe (South Carolina Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden):
Moleküler evrim, evrimsel akrabalıkların ortaya çıkarılması için neredeyse paleontolojiden daha üstün bir metot olarak kabul edilmeye başlandı. Bir moleküler evrimci olarak bundan gurur duymam gerekirdi. Ama aksine, türlerin düzenli bir gelişme kaydettiğini göstermesi gereken moleküler benzerliklerin pek çok istisnası olması oldukça can sıkıcı görünüyor. Bu istisnalar o kadar çok ki, gerçekte, istisnaların ve tuhaflıkların daha önemli bir mesaj taşıdıklarını düşünüyorum.
Prof. Cemal Yıldırım (Evrimci yazar):
Yaşamın rastgele ortaya çıkamayacağını kanıtlamak için öne sürülen savlardan birisi de, işe yarayabilecek bir enzimin oluşma olasılığının inanılmaz düşüklüğüdür. Tipik bir enzim 100 aminoasitten oluşur. 20 tane aminoasit bulunduğuna göre, 20100 kombinasyon söz konusudur. Bu kadar kombinasyon içinde bir seferde şans eseri belli bir enzimin oluşma olasılığı 10130'da birdir. Yine göz ardı edilen nokta, moleküler kinetiğin rastlantısal (şans eseri) olmadığı, işlevsel enzimlerin sürekli oluştuğudur.
Prof. Dr. Ali Demirsoy :
Bir enzim ortalama 1000 aminoasitten meydana gelmiştir. 100 aminoasitten meydana gelmiş bir enzimin 20 aminoasitle verdiği kombinasyon 20100'dür. Tüm evrendeki atom sayısının 1080, evrenin oluşumundan bugüne kadar geçen saniyelerin sayısının 1016 olduğu düşünülürse, belirli bir dizilime sahip bir enzimin ortaya çıkma ihtimalinin ne kadar düşük olduğu anlaşılabilir. Bu durumda enzimler nasıl ortaya çıkmıştır?
Scientific American (Evrimci çizgide yayın yapan ünlü bilim dergisi):
Muhtemel ilkel dünya koşullarının taklit edildiği gerçekçi deneylerde, en basit moleküller dahi yalnızca az miktarlarda üretilmiştir. Daha da kötü olan, bu moleküller genelde organik moleküllerin ikinci dereceden yapıtaşlarıdır: Normal etkileri gitgide daha karmakarışık organik karışımları oluşturmak olan jeokimyasal reaksiyonlar sonucunda nasıl olup da ayrışabildikleri ve saflaşabildikleri hala bir problem olarak durmaktadır. Biraz daha kompleks moleküller için bu zorluk hızla artar. Özellikle nükleotidlerin bütünüyle jeokimyasal olan kökeni büyük güçlükler arz eder.
Prof. Chandra Wickramasinghe:
New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. Elde edilen rakam, 10 üzeri 40.000'de 1 ihtimaldir. Chandra Wickramasinghe bu rakam karşısında şu yorumu yapar:
Bu rakam (10 üzeri 40.000) Darwin'i ve tüm evrim teorisini gömmeye yeterlidir. Bu gezegenin ya da bir başkasının üzerinde hiçbir zaman (hayatın doğabileceği) bir ilkel çorba olmamıştır ve yaşamın başlangıcı rastlantısal olarak gerçekleşemeyeceğine göre, amaçlı bir aklın ürünüdür.
Carly P. Haskings (Evrimci biyolog; American Scientist dergisinde yayınlanan bir makalesinden):
... Fakat biyokimyevi genetik sayesinde evrimle ilgili birçok önemli soru hala cevaplanamamıştır... Bütün canlılarda, hem DNA eşleşmesi, hem de üzerlerindeki şifrelerin proteinlere çevrilmesi oldukça spesifik ve uygun enzimler sayesinde olmaktadır. Aynı zamanda bu enzim moleküllerinin yapıları da tam olarak bizzat DNA tarafından belirlenmektedir. İşte bu gerçek, evrimde çok esrarlı bir problemi ortaya çıkarmaktadır. Acaba evrim olayında, şifrenin kendisi ve bu şifrenin içinden de proteinlerin sentezinde gerekli olan diğer enzimler beraberce mi ortaya çıkmıştır? Bu bileşiklerin olağanüstü karmaşıklığı ve sentezlenmeleri için aralarında hiç aksamayan bir koordinasyonun olma zorunluluğu göz önüne alındığında, söz konusu zaman çakışmasından bahsetmek çok saçma olmaktadır. Bu soruya Darwin'in görüşleri dışında cevap aramalıyız. Çünkü söz konusu durum özel yaratılışı öngören çok güçlü bir delil oluşturmaktadır.

Alexander I. Oparin
Alexander I. Oparin (Rus evrimci):
Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.
Loren Eiseley (Antropolog):
En basit olarak kabul ettiğimiz hücrenin içindeki fizyokimyasal organizasyonun detaylarını kavramak bizim kapasitemizi aşmaktadır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy:
Özünde, döllenmiş bir yumurtadan çok değişik yapıda ve işlevde birçok hücre grubunun meydana gelmesi şimdiye kadar doyurucu bir şekilde açıklanamamıştır.
Prof. Dr. Klaus Dose (Almanya'daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı):
Yaşamın kökeni konusunda kimyasal ve moleküler evrim alanlarında otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyorlar ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyorlar.
Yoğun çabalara rağmen son 30 yıldan bu yana canlı hücrelerin oluşumunu açıklayabilecek herhangi bir buluş yapılamadı.
David A. Kaufman (Florida Üniversitesi):
Evrim, hücrelerle beraber dikkatlice tasarlanmış genetik kodların kökenine dair kabul edilebilir bir bilimsel açıklama getirmekten uzak. Ki bunlar olmazsa proteinler ve dolayısıyla hayat da olamaz.
Jeokimyacı Jeffrey Bada (San Diego Scripps Enstitüsü):
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?
Hoimar Von Ditfurth :
Bugünkü bilgilerimiz, evrimin genel ilkesinin burada gerçekleşmediğini; ilkel hücrenin gelişe gelişe nihayet çekirdekli, organlı hücreye dönüşmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığını göstermektedir.
Hücre, daha doğduğu anda gerekli miktarda enzime sahip olmuş olmalıdır, yani atmosferin oksijeniyle burun buruna gelmeden önce. "Salt rastlantı" sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur. Bu soruya verilen yanıta göre düşünürler de öbeklere ayrılırlar. Bu soruya "evet mümkündür" yanıtı vermek modern doğa bilimine olan inancı doğrulamak gibi bir şeydir. Biraz kötü niyetli ifade etmek istersek şöyle de diyebiliriz: Modern doğa bilimden yana olan kimse, bu soruya 'evet'le yanıt verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalelerin yardımlarına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır.

Ama işin burasında, olup biteni doğa yasalarıyla, dolayısıyla "rastlantı" ile açıklaması, söz konusu kimsenin köşeye sıkışmışlığının belirtisidir. Çünkü bu durumda rastlantıya inanmasın da ne yapsın? Evrimin gelişmeye devam etmesini sağlamak bakımından elinde sadece tek bir "soluyabilen" hücre bulunmuş olmasını doğa bilimsel anlayışa ters düşmeden başka türlü açıklamak nasıl mümkün olabilir ki?

Oksijene uyum sağlayabilecek tek bir hücrenin, tam o kaçınılmaz biçimde gerekli olduğu anda ortaya çıkmış oluşunun, sadece anlamlı bir olayla kalmayıp, bu karmaşık kimyasal tepkimenin yeryüzündeki hayatın devamı bakımından kesinlikle vazgeçilmez oluşunu, bilimsel bir yoldan açıklamak istiyorsak, rastlantı kategorisine başvurmaktan başka çaremiz var mı ki?..
Ama işte belli bir amaca hizmet edici rastlantıların böyle üst üste birikmesi de, bizim inandırıcılığımızı tartışılır hale getirmektedir. 
... İnşaata nerede ve ne zaman başlanacağı ve planın tek tek parçalarının hangi zaman sırasıyla biraraya getirileceğini ayrıca belirten projeler yoksa, en iyi plan bile bir işe yaramaz. Söz konusu olan bir binaysa işe temelden başlayıp, duvarlar bittikten sonra en son damı yerleştirmemiz gerektiğini biliyoruz. Ama elektrik ve su tesisatı tamamlanmadan sıvaya da geçemeyiz. Her inşaatta tıpatıp uygulanan bir mekan düzenleme planının yanı sıra, inşaatın uyduğu bir zaman düzenlemesi vardır.

İşte doğanın inşaatları ve elbette hücreler için de geçerlidir bu. Ama hücre düzleminde bu öncelik-sonralık ilişkisinin nasıl gerçekleştirildiği konusunda hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Hücreye planın hangi bölümünü ne zaman imal etmesi gerektiğini kimin söylediğini biyologlar henüz bulamadılar. Bazı genler tam gerektiği anda ve doğru zamanda engellenirken, gene kimilerinin üzerindeki ambargonun nasıl olup da kalktığı, baskıcı genler ile baskıyı ortadan kaldırıcı genleri hareket geçiren komutayı kimin verdiği, tamamen karanlıkta bekleyen sorulardır...

Geri dönüp baktığımızda, neredeyse ıstırapla aranan o geçiş biçimlerini bir türlü bulamamış olmamıza şaşırmamamız gerektiğini anlıyoruz. Çünkü büyük olasılıkla böyle bir ara aşama hiç var olmadı. Bugünkü bilgilerimiz, evrimin genel ilkesinin burada gerçekleşmediğini; ilkel hücrenin gelişe gelişe nihayet çekirdekli, organlı hücreye dönüşmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığını göstermektedir.
Keith Graham:
Başta hayatı meydana getirdiği tahmin edilen elementlerin bugün hala var olduklarını görüyoruz. Peki o zaman şimdi niye yaşam oluşturamıyorlar?
David E. Green ve Robert F. Goldberger:
İlkel hücrelerin, türlerin kökeni için başlangıç noktası olduğu konusundaki yaygın fikir gerçekten de hatalıdır. Bu hücreler hakkında işlevsel olarak ilkel olan hiçbir şey yoktur. Bu hücreler günümüzdeki suretleri gibi aynı biyokimyasal ekipmanı içermekteydiler. Peki daha sonraki hücreler nasıl ortaya çıkmıştı? Bu soruya verilecek tek anlamlı cevap, nasıl olduğunu bilmediğimizdir.
Prof. Dr. Ali Demirsoy:
Karmaşık hücreler hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel süreç içerisinde gelişerek meydana gelmemiştir.
Dr. A. Garth Fisher:
Hem hayatın kökeni hem de hayvanların ana gruplarının kökeni hala bilinmiyor.
Prof. Dr. Ali Demirsoy:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkması şansı astronomik denecek kadar azdır. Birçoğu bu oluşumların Tanrısal olduğunu savunur.
Evrimde açıklanması en zor olan kademelerden biri de bu ilkel canlılardan, nasıl organelli ve karmaşık hücrelerin meydana geldiğini bilimsel olarak açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek bir geçiş formu da bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık yapıyı tümüyle taşırlar; herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri olan ya da bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir grup veya canlıya rastlanmamıştır. Yani taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve ilkel formları yoktur.

Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu özelliği (yani oksijeni enerji elde etme mekanizmasında kullanmak) nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların biraraya toplanmasını gerektirir. (Sitokrom-C'yi düşünün). Burada evrimsel bir sorunla karşılaşıyoruz. Hücre gelecek yeni durumu bilerek uyum mu yapmıştır? Daha doğrusu ata hücre o şekilde yavrular mı oluşturmuştur? Yoksa koşullar oluşmadan, rastlantı sonucu bu özellikleri taşıyan bir hücre başarılı bir uyum mu yapmıştı?.. Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör olarak ödev gören birtakım enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazılarını içermesi anlamsızdır. Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber, daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin hücre içerisinde bir defada ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız. Ancak bu enzim dizisinin tümüne rastlantı sonucu sahip olan bir hücre, serbest oksijenli atmosfere uyum gösterebilecektir.

Yalnız, burada henüz çözülemeyen bir sorun vardır. Mitokondriler bu parçalanmaları gerçekleştirirken, belirli sayıda enzim kullanırlar. Bu enzimlerin bir tanesinin eksikliği tüm sistemin durmasına neden olur. Ayrıca oksijenli enerji kazanımı, kademe kademe gelişecek bir sistem olarak da görünmemektedir. Eksik sistemler elimine edileceklerdir. Tümü, ancak bir işlev sistemi oluşturur. Bu nedenle buraya kadar ilke olarak savunduğumuz kademe kademe gelişme yerine, ister istemez, çok az bir olasılık da olsa,mitokondrilerin oksijenli tepkimelerini yürütecek tüm enzimlerin bir defada, bir rastlantı sonucu bir hücreye girdiğini ya da bir defada o hücre içinde oluştuğunu kabul etmek zorundayız.
Harold Blum:
Bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi tümüyle imkansız görünmektedir.
Britannica Bilim Ansiklopedisi (Evrime olan inancı ile tanınan bir ansiklopedi):
... Yeryüzündeki tüm canlı organizmalardaki proteinler gibi karmaşık polimerlerin yapı blokları olan aminoasitlerin tümü, aynı asimetri tipindedir. Adeta tamamen sol-ellidirler. Bu, bir bakıma, milyonlarca kez havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine, hiç yazı gelmemesine benzer. Moleküllerin nasıl sol-el ya da sağ-el olduğu tamamen kavranılamaz. Bu seçim anlaşılmaz bir biçimde, yeryüzü üzerindeki yaşamın kaynağına bağlıdır.
W. R. Bird:
Eşi olmayan dizilim 102.000.000 alternatiften yalnızca bir seçenektir. İlk yaşamın kaynağının eşsiz bir olay olduğu ve olasılık ile tartışılamayacağı sonucunu kabul etmek zorunda kalıyoruz.
Virüs seviyesinin üzerinde yaşayan en basit birim inanılmayacak derecede komplekstir. Sanki amip basit bir başlangıç işlemine sahipmiş gibi amipten insana evrim sık sık konuşuluyor. Tam bunun tersine, eğer hayatın basit moleküler bir sistemden geliştiği doğru ise, bu durumdan amip durumuna kadar gelen sistem en azından amip - insan arasındaki kadar büyüktür.
Prof. Michael Pitman (biyolog):
Zamanın hiçbir faydası yoktur. Canlı bir sistemin dışındaki biyomoleküller zamanla çözülmeye eğilimlidirler, yapılanmaya değil. Biyomoleküllerin tümü çoğunlukla birkaç gün dayanacaklardır. Zaman kompleks sistemleri ayrıştırır. Eğer büyük bir kelime (bir protein) ya da bir paragraf tesadüfen meydana gelmiş olsa da, zaman onu bozmak için işleyecektir.
Evrimcilerin DNA'nın Tesadüfen Oluşamayacağı İle İlgili İtirafları

Matematik bugün DNA'da yazılı bilgilerin oluşumunda tesadüfe yer olmadığını kanıtlamıştır. Değil milyonlarca basamaktan oluşan DNA molekülünün, DNA'yı oluşturan 200.000 genden tek bir tanesinin bile tesadüfen oluşabilme ihtimali, imkansız tanımının dahi zayıf kaldığı bir durumdur. Bu konudaki evrimci itiraflardan bazıları şöyledir:
Caryl P. Haskins:
Biyokimyasal genetik düzeyinde evrime ait en kapsamlı sorular hala cevaplandırılmamıştır. Genetik şifre ilk kez nasıl ortaya çıkmıştı ve nasıl evrimleşmişti? Bugün yaşayan tüm organizmalarda hem DNA'nın replikasyonu hem de DNA şifresinin etkili bir şekilde çevirimi süreçleri, son derece kesin enzimlere gereksinim duymaktadır. Aynı zamanda bu enzimlerin moleküler yapılarının DNA'nın kendisi tarafından kesin bir şekilde belirtilmiş olması, dikkate değer evrimci bir gizemi ortaya çıkarmaktadır... Şifre ve şifreyi çevirme yolları evrim sürecinde kendiliğinden mi ortaya çıkmıştı? Böyle bir rastlantının gerçekleşmiş olabileceğine inanmak neredeyse akıl almazdır. Bu bulmaca Darwin'den önceki dönemde olduğu gibi Darwin'den sonra da evrimden kuşku duyanlar tarafından özel yaratılış için en güçlü kanıt türü olarak yorumlanmıştır.
Leslie E. Orgel (Evrimci biyokimyacı):
Genetik şifrenin kökeninin genel özelliklerini bile hala anlayabilmiş değiliz... Genetik şifrenin kökeni, hayatın kökenleri probleminin en şaşırtıcı yönüdür. Sağlam bir ilerleme gerçekleştirmeden önce asıl olan kavramsal ya da deneysel bir buluşa ihtiyaç vardır.
Paul Auger (Evrimci Fransız bilim adamı):
Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu belki mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanması. İşte bu ikincisi, olanaksızdır.
Douglas R. Hofstadter:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.

Francis Crick
Francis Crick (James Watson ile birlikte DNA'yı keşfeden Nobel ödüllü evrimci genetikçi):
Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bunun gerçekleşmesi için çok fazla koşul biraraya getirilmelidir.
John Maddox (Nature dergisinin eski editörü):
Genetik şifrenin (DNA)nın kökeni de hala yaşamın kökeni gibi anlaşılmazdır.
Pierre Grassé (Fransız evrimci zoolog):
Herhangi bir canlı organizma, inanılmaz derecede büyük bir "akıl" içerir. Bu, insanların en büyük mimari eserleri olan katedralleri inşa etmek için kullandıklarından çok daha büyük bir akıldır. Bugün bu akla "bilgi" (enformasyon) diyoruz, ama anlam hala aynıdır. Bu bilgi bir bilgisayarda programlanmamıştır, ama bilgisayardakinden çok daha dar bir yere, DNA'daki kromozomlara ya da her hücredeki farklı organellere sıkıştırılmıştır. Bu "akıl", hayatın "olmazsa olmaz" şartıdır. Peki ama bunun kaynağı nedir?.. Bu hem biyologları hem de filozofları ilgilendiren bir sorudur ve bilim bunu asla çözemeyecek gibi durmaktadır.
RNA Dünyası Tezinin İmkansızlığı İle İlgili İtirafları

70'li yıllarda, ilkel dünya atmosferinin gerçekte içerdiği gazların protein sentezini imkansız kıldığının anlaşılması moleküler evrim teorisi için büyük bir darbe oldu. Miller, Fox ve Ponnamperuma gibi evrimcilerin "ilkel atmosfer deneyleri"nin tümünün geçersiz olduğu anlaşıldı. Bu nedenle 80'li yıllarda başka evrimci arayışlar gelişti. Bunun sonucunda ilk önce proteinlerin değil, proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülünün oluştuğunu öne süren "RNA Dünyası" senaryosu ortaya atıldı.

1986 yılında kimyacı Walter Gilbert tarafından ortaya atılan bu senaryoya göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen kendiliğinden oluşmuştu. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştı.

Her aşaması ayrı bir imkansızlık zinciri olan bu hayal etmesi bile güç senaryo hayatın başlangıcına açıklama getirmek yerine, sorunu daha da büyütmüş, pek çok içinden çıkılmaz soruyu gündeme getirmiştir. Daha RNA'yı oluşturan nükleotidlerin tek birinin bile oluşması kesinlikle rastlantılarla açıklanamazken, acaba hayali nükleotidler nasıl uygun bir dizilimle biraraya gelerek RNA'yı oluşturacaklardır?

Tesadüfen oluştuğunu farz etsek bile, yalnızca bir nükleotid zincirinden ibaret olan bu RNA hangi bilinçle kendisini kopyalamaya karar verecek ve ne tür bir mekanizmayla bu kopyalamayı başaracaktır? Kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotidleri nereden bulacaktır?

Tüm bunların bütün imkansızlıklara rağmen oluştuklarını farz etsek bile bu durum yine de tek bir protein molekülünün oluşması için yeterli değildir. Çünkü RNA sadece proteinin yapısı ile ilgili bilgidir. Aminoasitler ise hammaddedir. Ancak ortada proteini üretecek mekanizma yoktur. RNA'nın varlığını protein üretimi için yeterli saymak, bir arabanın kağıt üzerine çizilmiş tasarımını o arabayı oluşturacak binlerce parçanın üzerine atıp sonra arabanın kendi kendine montajlanıp ortaya çıkmasını beklemekle aynı derecede saçmadır.

Ortada fabrika ve işçiler yoktur ki, bir üretim gerçekleşsin. Nitekim evrimin fanatik savunucularından Nobel ödüllü Jacques Monod bile protein üretiminin yalnızca nükleik asitlerdeki bilgiye indirgenmesinin mümkün olmadığını şu şekilde açıklamaktadır:

Jacques Monod (Nobel ödüllü Fransız zoolog):
Şifre (DNA ya da RNA'daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA'da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur.
Evrimcilerin RNA dünyasının imkansızlığı ile ilgili diğer itirafları ise şöyledir:

Gerald Joyce ve Dr. Leslie Orgel (Evrimci mikrobiyologlar):
Tartışma, içinden çıkılmaz bir noktada odaklaşıyor: Karmakarışık bir polinükleotid çorbasından çıkıp, birdenbire kendini kopyalayabilen o hayali RNA'nın efsanesi... Bu kavram, yalnızca bugünkü prebiotik kimya anlayışımıza göre gerçek dışı olmakla kalmamakta, aynı zamanda RNA'nın kendini kopyalayabilen bir molekül olduğu şeklindeki aşırı iyimser düşünceyi de yıkmaktadır.

Dr. Leslie Orgel
Dr. Leslie Orgel
Bu senaryonun oluşabilmesi için, ilkel dünyadaki RNA'nın bugün mevcut olmayan iki özelliğinin olmuş olması gerekmektedir: Proteinlerin yardımı olmaksızın kendini kopyalayabilme özelliği ve protein sentezinin her aşamasını gerçekleştirebilme özelliği.
Manfred Eigen:
Doğru özelliklere ve doğru bir çekirdeğe sahip ilk ilkel RNA tek başına kendi kendini kopyalayabilme özelliğine sahip olmalıydı… Peki önce hangisi vardı? Bilgi mi, işlev mi? Birazdan da göstereceğimiz gibi her ikisi de bir diğerinden önce oluşamaz. Her ikisinin de aynı anda var olması gerekir.
John Horgan (Scientific American dergisi bilim yazarı):
Araştırmacılar RNA dünyası kavramını detaylı biçimde inceledikçe giderek daha fazla sorun ortaya çıkıyor. RNA ilk olarak nasıl oluştu? RNA ve onun parçalarının laboratuvarda en iyi şartlarda sentezlenmesi bile son derece zor iken, bunun prebiyotik (yaşam öncesi) ortamda gerçekleşmesi nasıl olmuştur?
Miller Deneyinin Geçersizliği İle İlgili İtiraflar
Evrimcilerin hayatın kökeni konusunda en çok önem verdikleri çalışma 1953 yılında Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından yapılan Miller deneyi olmuştur. Oysa Miller'in ilkel dünya koşullarında aminoasitlerin kendi kendilerine oluşabileceklerini kanıtlamak amacıyla yaptığı deney birçok yönden tutarsızlık göstermektedir.
Günümüzde evrimci bilim adamları arasında tamamen geçerliliğini kaybetmiş olan bu deney, ne yazık ki Türkiye'de bazı evrimci çevreler tarafından hala önemli bir kanıtmış gibi gösterilmektedir. Oysa Miller'in kendisi bile bugün deneyinin yaşamın kökenini açıklama adına bir anlam ifade etmediğinin farkındadır. Bu durumda evrimcilerin böyle geçersizliği açıkça ilan edilen bir deneye dört elle sarılmaları, içinde bulundukları çaresizliğin açık bir göstergesidir. (Miller'in deneyinin detayları ve geçersizliğinin nedenleri için bkz. Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, Global Yayıncılık,1998)
Stanley Miller deneyden tam 33 yıl sonra, 1986 yılında, deneyinde amonyağın yüksek miktarlarda kullanıldığını, ilkel atmosfer deneylerinin gerçekçi olarak nitelendirilemeyeceğini bizzat kendisi açıklayarak şöyle dedi:
Metan (CH4), Azot (N2), çok az miktarlardaki amonyak (NH3) ve su buharından oluşmuş bir atmosfer, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Çünkü amonyak gazı okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı.1
1998'in Şubat ayında yayınlanan ünlü evrimci bilim dergisi Earth'deki "Yaşamın Potası" başlıklı makalede ise şu cümleler yer almaktadır:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller deneyinde) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller'ın farz ettiği atmosfer var olmuş olabilseydi bile, aminoasitler gibi basit molekülleri çok daha kompleks bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi ki? Miller'ın kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini ileri uzatıp, "bu bir sorun" diyerek şiddetle iç çekmekte, "Polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil..."2
Kevin M. Kean (Discover dergisinde yayınladığı makalede bu durumu şöyle anlatıyor.):
Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırararak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler. 3
National Geographic'in Mart 1998 sayısındaki, "Yeryüzünde Yaşamın Kökeni" başlıklı makale:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'ın öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan ziyade, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı oranda bir yoğunlukta... Bilim adamları, bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar. 4
Harold Urey (Öğrencisi Stanley Miller ile birlikte Miller deneyini gerçekleştiren evrimci bilim adamı):
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor. 5
Homer Jacobson (Amerikalı mikrobiyolog):
İlk canlı ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez.6
Dr. Leslie Orgel:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.7
1. Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Current Status of the Prebiotic Synthetis of Small Molecules, 1986, s. 7
2 "Life's Crucible", Earth, Şubat 1998, s. 34
3 Kevin Mc Kean, Bilim ve Teknik, Sayı 189, s. 7
4 "The Rise of Life on Earth", National Geographic, Mart 1998, s. 68
5 W.R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville, Thomas Nelson Co., 1991, s. 325
6 Homer Jacobson, "Information, Reproduction and the Origin of Life", American Scientist, Ocak 1955, s. 121
7 Leslie E. Orgel, "The Origin of Life on Earth", Scientific American, cilt 271, Ekim 1994, s. 78